Geçmişten geleceğe ipe un seren hiç bitmedi.
Teslimiyetçi zihniyle hiç bir şey üretmez. Kendi varlığını borçlu olduğu lidere dil uzatır. Saçma sapan sivri dille sallar durur.
Bunları halka bıkmadan anlatmak zorundayız.
Anlatalım ki gerçek yüzleri ortaya çıksın.
Cumhuriyetin 10. Yıl marşı hava atmak için yapılmadı.
Hala söyleniyor ve okunuyorsa, gerçeği Türk halkının bilmesi gereklidir.
Cumhuriyet ilan edildiği gün İşte Anadolu'nun tablosu:
"29 Ekim 1923 sabahında
nüfusumuz 13 milyondu, bunun 11 milyonu köyde yaşıyordu.
Yaklaşık 40 bin köy vardı, 37 bininde okul yoktu, postane yoktu, dükkan bile yoktu. 30 bin köyde, yani her dört köyün üçünde cami de yoktu.
Traktör sayısı sıfırdı, biçerdöver sayısı sıfırdı, karasaban vardı.
Ayçiçeği üretimi yoktu, şeker üretimi yoktu, ekmeklik un bile ithaldi, pirinç ithaldi, bütün memlekette sadece beş bin hektar alan sulanabiliyordu.
Beş bin köyde sığır vebası vardı. Hayvanlar kırılıyor, insanlar kırılıyordu, bir milyon kişi frengiydi, iki milyon kişi sıtmaydı, üç milyon kişi trahomluydu..
Trahom deyince gençlerimiz artık internete girip 'trahom nedir?' diye arıyordur.
Çünkü o artık hayatımızdan tamamen çıktı, o zamanlarda ise üç milyon kişi trahomluydu, verem, tifüs, tifo salgını vardı.
Bitle başa çıkılamıyordu. Bebek ölüm oranı yüzde 40'ın üstündeydi, dünyaya gelen her iki bebekten biri ölüyordu. Anne ölüm oranı yüzde 18'di, her beş anneden biri ölüyordu.
Ortalama ömür 40'tı.
41'inci yaşını gören şanslıydı. Memlekette sadece 337 doktor vardı. Sadece 60 eczacı vardı, sadece sekizi Türk'tü.
Diş hekimi sayısı ise sıfırdı.
Sadece dört hemşire vardı. 40 bin köyde sadece 136 ebe vardı.
Yanmış bina sayısı 115 bin, hasarlı bina sayısı 12 bindi, komple kül edilmiş köy sayısı binin üzerindeydi.
Ülkeyi yeniden inşa etmek gerekiyordu, kiremit bile ithaldi. Limanlar, madenler yabancıya aitti, demiryollarının bir metresi bile bize ait değildi.
Toplam sermayenin sadece yüzde 15'i Türk'tü.
Osmanlı'dan ayakta kala kala dört fabrika kalmıştı.
Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy bez, Beykoz deri…
Sanayi denilen işletmelerin yüzde 96'sında motor yoktu.
10 işçiden fazla işçi çalıştıran, sadece 280 işyeri vardı. Bunların da 250'si yabancılarındı.
Kişi başına milli gelir 45 dolardı.
Elektrik sadece İstanbul, İzmir ve Tarsus'ta vardı.
Güya vardı demek daha doğru olur, çünkü, elektrik üretimi sadece 50 kilovatsaatti, yanlış okumadınız, sadece 50 kilovatsaatti.
Dört mevsim kullanılabilen karayolu yoktu, otomobil sayısı bin 490'dı, sadece dört şehirde özel otomobil vardı.
Zaten perişanız, üstüne, mübadeleyle 400 bin insan geldi. Ceplerinde para yok, iş yok, başlarını sokacak ev yoktu. Sığınabilecekleri akraba yoktu, çoğunluğu hastaydı.
Gelen her iki çocuktan biri, yollarda, at arabalarının sırtında, ilk iki ay içinde hayatını kaybediyordu.
Çaresizlikten mağarada kalanlar oldu..
Kadın, insan değildi.
Eşit eğitim hakkı yoktu. Meslek edinme hakkı yoktu. Boşanma hakkı yoktu. Velayet hakkı yoktu.
Kendisine miras kalan mallar üzerinde bile tasarruf hakkı yoktu.
Seçme hakkı yoktu, seçilme hakkı yoktu. Doğum izni yoktu.
Çalışma hayatında eşit hakkı yoktu. Eşit işe eşit ücret hakkı yoktu.
Kürtaj hakkı yoktu, gebeliği önleme hakkı yoktu, kızlık soyadını kullanma hakkı yoktu.
Tiyatro yok, müzik yok, resim yok, heykel yok, spor yoktu.
Arkeolojik eserler, padişahların hediyesi olarak, trenlerle Avrupa'ya kaçırılıyordu.
Zamanda birlik yoktu!
Kimisi alaturka saati kullanıyor, güneşin battığı anı 12.00 kabul ediyordu.
Kimisi zevalî Saati kullanıyor, güneşin en tepede olduğu anı 12.00 kabul ediyordu. Kimisi güneş batarken grubi saati esas alıyordu.
Kimisi güneşin tamamen battığı ezani saat'i esas alıyordu.
"Saat kaç birader" diye sorduğunda, her kafadan ayrı ses çıkıyordu..
Kimisi hicri takvim kullanıyordu, kimisi Rumi takvim kullanıyordu.
Kimisinin Şubat'ı kimisinin Aralık'ına denk geliyordu.
Herkes aynı zaman dilimindeydi ama, farklı aylarda yaşıyordu!
Dirhem, okka, çeki vardı.
Arşın, kulaç, fersah vardı.
Ne ağırlığımız dünyaya ayak uydurabiliyordu, ne uzunluğumuz…
Tüm ölçülerimiz Ortaçağ'dandı..
600 sene boyunca Türkçe'nin ırzına geçilmiş, Arapça-Farsça harmanlamasına Osmanlıca denilmişti. Fransızca, İtalyanca kelimeler, Levanten terimler dilimizi istila etmişti. Karşılıklı sesli-sessiz harfleri olmayan Arapçayla Türkçe yazmaya çalışıyorlardı.
"Harf devrimi yapıldı, bir gecede cahilleştirildik" filan deniyor…
Halbuki, İbrahim Müteferrika'dan itibaren 150 sene boyunca basılan kitap sayısı, topu topu 417 adetti.
Bunların da çoğu gayrimüslimlerin matbaasından çıkmıştı..
Bu topraklara kitap gelene kadar, Avrupa'da 2.5 milyon farklı kitap basılmış, beş milyar adet satılmıştı. Voltaire bir kitabında "İstanbul'da bir yılda yazılanlar, Paris'te bir günde yazılanlardan azdır" demişti!
Gazete sadece İstanbul ve İzmir'de vardı.
Erkeklerin sadece yüzde yedisi, kadınların sadece binde dördü okuma yazma biliyordu.
Okur yazar erkeklerin ezici çoğunluğu, subay veya gayrimüslimdi.
Okul yaşı gelen her dört çocuğumuzdan üçü okula gitmiyordu.
Toplam 4 bin 894 ilkokul, sadece 72 ortaokul, sadece 23 lise vardı.
Başkent Ankara'da mesela, sadece iki lise vardı.
Türkiye'nin tüm liselerinde sadece 230 kız öğrenci kayıtlıydı.
Öğretmenlerin üçte birinin öğretmenlik eğitimi yoktu.
Bütün memlekette tek üniversite vardı: Darülfünun...
O da medreseden halliceydi.
Memleket bilimden çoook uzaktı. Medreselerde Türkçe yasaktı, bağnazlık yuvasıydı, din diye hurafe öğretiyorlardı.
29 Ekim 1923 sabahı...
Anadolu'daki tablo buydu.
30 Ekim 1923 sabahı…
Mustafa Kemal, kendi el yazısıyla İsmet İnönü'ye bir mektup yazdı.
Cumhuriyet'in ilk cumhurbaşkanı, Cumhuriyet'in ilk gününde, Cumhuriyet'in ilk başbakanına şöyle diyordu:
"Bize, geri kalmış ve borçlu, hastalıklı bir vatan miras kaldı.
Fakat biz diğer yoksul ve esir ülkelere örnek olacağız. Kaderin bizim kuşağımıza yüklediği bir görev bu, özgür bir toplum oluşturmak, çağdaşlaşmak, bu ideali gerçekleştirmek zorundayız.
Bu görevin ağırlığını ve onurunu seninle paylaşmak istedim, Allah yardımcımız olsun."
Mustafa Kemal.....
Cumhuriyet devrimi işte böyle bir mucizedir!
Bu mucizenin önderi de Mustafa Kemal Atatürk'tür..
Anladın mı mandacı!
Kader bir kez daha bize Türkiye halkını özgürlüğe ve tam bağımsızlığa taşıma görevi yüklüyor.
CHP'ni gerçekten Mustafa Kemal ruhuyla yönettiğini iddia edenler titreyerek kendine gelmeli. Faşizmle uzlaşma olmaz. Normal ilişki kurulmaz. Faşizme karşı mücadelenin tek yolu var. Ölümüne mücadele. ''Kaderin bizim kuşağımıza yüklediği bir görev bu, özgür bir toplum oluşturmak, çağdaşlaşmak, bu ideali gerçekleştirmek zorundayız.''
Mandacıların tek hedefi var. İktidarda kalmak. Cennetlerini korumak. Türkiye halkının özlem ve beklentilerini korkusuzca çözecek projelerle tam bağımsız Türkiye yoluna baş koymalıyız.
Sayın Özgür Özel ve arkadaşlarını uyarıyoruz; önce devlet nedir, faşizm nedir ve nasıl mücadele edilir, bir araştırın! Sonrada Türk halkına güvenin, sokaklara, köylere ve varoşlara ne yapacağınızı anlatın. Sizin Türk halkı dışında hiç kimseye ihtiyacınız yoktur! Onların yarattığı gündem yerine siz Türk halkının gündemini sokağa taşıyarak, demokratik cumhuriyet yönetimine yol açın.
Yorum Yazın