Batı medeniyeti, 17. yüzyıldan itibaren Ortaçağ’ın skolastik düşüncesine karşı aklı kutsallaştırmaya başladı. Çünkü ona göre, insanoğlunun yaşadığı tüm felaketlerin, mutsuzlukların ve huzursuzlukların ana nedeni, aklını kullanmamaktı.
Aklını kullanan insan, dünya hayatında başarılı olacak, sıkıntılarını hemen çözebilecekti. İnsan, aklı sayesinde doğaya da hâkim olacak(!) ve böylece doğal felaketlerin, salgın hastalıkların da önüne geçebilecekti. ‘Aklın yolu bir’ olduğu için, artık Batı’da savaş da yaşanmayacaktı. Çünkü savaş ve ölüm gibi insanoğlunu felaketlere sürükleyen şey, akılsızlıktı.
Akıldan bu kadar beklenti içinde olmak hayatın gerçekleriyle örtüşen bir durum değildir. Çünkü akılın tek başına her sorunu çözemediğini yirminci yüzyılda yaşanan savaşlar gösterdi. Nitekim Batı medeniyeti en kanlı savaşlarını aklın hâkim olduğu yüzyılda, yani Birinci ve İkinci Dünya Savaşları yıllarında yapmıştır.
Diğer taraftan Aydınlanma felsefesi ise, insanların farklı kabiliyet ve yetenekte yaratıldığı, bunların da bir sınırı olduğu gerçeğini inkâr ederek, aklını kullanan ve daha da geliştirerek herkesin her şeyi başarabileceğini öne sürdü. Bu anlayış kapitalizmin rekabetçi ve başarıya odaklı hayat felsefesiyle birleşince ortaya kişisel gelişim efsanesi çıktı.
Bu söylem, herkesin isterse ve (yüklü miktar para öderse) her şeyi başarabileceği ve hayatta hep mutlu olacağı illüzyonunu besliyor. Onlara göre kişi, isterse ve odaklanırsa bir Einstein olabilir, üniversite sınavlarında derece yapabilir, bir şeyi icat edebilir, bir müzik enstrümanını yılların deneyimli bir müzisyeni gibi çalabilir, Mehmet Akif Ersoy gibi şair, ünlü bir sinema oyuncusu kadar iyi bir oyuncu olabilir.
Bu sektör, böylece başarı hırsı ve daha fazla haz alma arzusu ile motive edilen günümüz insanının duygularını ve parasını sömürmeye başladı. Bu konuda sayısız kitaplar, makaleler yazıldı ve yüksek ücretli kurslar ile insanlara ulaşılması imkânsız başarı ve mutluluk vaat edildi ve edilmeye de hala devam ediliyor.
Çocuklarının ne kadar zeki veya yetenekli olduğunu çevreye gösterip gururlanmak isteyen anne-babalar bu vaatlerin arkasına düşerek onları bir kurstan çıkarıp başka bir kişisel gelişim kursuna kaydetti
Oysaki anne-babalar, bu sağlıksız ve insan gerçeğine ters tutumlarıyla hem çocuklarını hem de kendilerini hayal kırıklığına uğratıyorlar. Çünkü vaat edilen şeylere ulaşamayan kişilerde ciddi bir hayal kırıklığı ve ümitsizlik oluşuyor. Ayrıca anne-babalar, çocuklarının özgüvenlerini yıkıyorlar. Çocuk, artık yapabileceği şeyleri de yapmaktan çekinir hale gelebiliyor. Çünkü insanların yetenek ve kabiliyetleri sınırlı olduğu için herkesin her şeyi başarması mümkün değil.
Ayrıca herkesin başarabildiğini zannettiği(!) bir şeyi, başaramadığında, kişi kendisini değersiz, beceriksiz ve işe yaramaz biri olarak algılamaya başlıyor. En iyi ihtimalle şansız ve talihsiz görüyor.
Görüldüğü gibi, kişisel gelişim koçları, insanları adeta imkânsıza şartlandırdıkları için, mutsuz insanların sayısını artırmaya devam ediyorlar.
Yanlış anlaşılmasın, insanoğlunun eğitim yoluyla yeteneklerini inkişaf ettirmesi ve tekâmül ettirmesi görevidir. Bunun yanında güzel ve olumlu düşünmek hayatı daha da kolaylaştırır, daha huzurlu yapar. Ancak eğitim, her insanın her şeyi başaracağı ve istediği kadar yüksek yetenek ve kabiliyetlere sahip olacağı, güzel gördüğü her olumsuz şeyin renginin değişeceği anlamına gelmez.
İşte gerçekçi olmayan budur.
Yoksa herkes Allah’ın kendisine verdiği kabiliyetleri ve zekâyı ilim yoluyla geliştirebilir, geliştirmelidir de, aklını kullanarak sorunlarını çözmek için elinden geleni yapar ve inancının gücüne göre hayatta huzurlu olabilir. Bunun için de azami gayret göstermesi insan olarak en önemli sorumluluklarından birdir.