2 Ağustos tarihinde karayolu ile Balkanlar ve Avrupa turuna çıktım. Bu benim yıllardır hayalini kurduğum bir geziydi. Sırbistan,Macaristan,Çek Cumhuriyeti, Hollanda, Belçika, Fransa, İsviçre, İtalya, Slovenya, Hırvatistan, Karadağ, Makedonya,Yunanistan olmak üzere 13 ülke ve yaklaşık 23 şehir ve kasabayı görüp gezme imkanı buldum.
Hollanda, Fransa, Belçika gibi bazı ülkeleri daha önceden görmüştüm. Ancak beni tarihi yapıları ve halkın medeniyeti anlamında etkileyen Budapeşte ve Prag oldu. Budapeşte’yi içinden geçen Tuna nehri etrafındaki tarihi yapılar ile İstanbul’a benzettim.
Prag’ın her yeri tarihi binalar ile dolu ve hiç savaş görmemiş. Çünkü 2.Dünya savaşında bombalanmaması şartı ile şehrin anahtarı Hitler’e teslim edilmiş. Bu yüzden bütün tarihi yapılar korunmuş. İsviçre’nin doğası ve Alp dağları muhteşemdi. Hollanda' da ki Hobbit köyünün doğası, güzelliği ve sakinliği beni büyüledi adeta. Paris ve Eyfel kulesi onca gezdiğim yerler arasında bir hayal kırıklığı idi. Aynı hisse Paris’i daha önce gördüğümde de kapılmıştım. Pariste görülmeye değer ve mutlaka gidilmesi gereken yer kesinlikle Louvre Müzesi. Dünyanın en büyük müzesi tamamını gezmek için aslında bir haftanızı ayırmanız gerekiyor bence. Eğer Louvre Müzesini gezme imkanı yakalarsanız mutlaka Leonardo da Vinci’nin dünyanın en ünlü ve gizemli tablosu olarak görülen ve ayrı bir odada korunaklı bir şekilde sergilenen Mona Lisa tablosunu mutlaka görmeniz gerekir.
Hollanda (Netherlands) ,yani alçak diyarlar demek. Yerleşim olarak denizin altında olmasından kaynaklanıyor. Yollarda araba sayısından fazla bisiklet var ve bisiklet yollarından yürümemeniz gerekiyor. Ve birkaç katlı otomobil yerine, bisiklet otoparkları var. Amsterdam ise kanallar ve özgürlükler şehri. Orada belli bir miktarda uyuşturucu içmek serbest ve yollarda uyuşturucu içerek gezen insanlara rastlayabiliyrsunuz, satışı da serbest. Bir istatistik yapılmış ve uyuşturucu kullanımının serbest bırakıldıktan sonra azaldığı tesbit edilmiş.
İtalya’da Milano’ya gittik. Gerçekten dünyada modanın başkenti. Dünyanın en ünlü giyim markalarının merkezlerinin bir arada bulunduğu bir şehir. Dünyaca ünlü bir çanta markasının vitrininde gördüğüm bir çantanın fiyatı 2400 euro idi. Sonra Venedik’e yol aldık. Venedik kazıklar üzerine kurulmuş ve sonradan doldurulmuş bir kanallar şehri. Bazı sokaklardan ancak gondollarla geçebiliyorsunuz. Ve küresel ısınma sonucunda suların yükselmesi sonucunda dünyada yok olacak ilk şehir olarak gösterilmekte. Musk ve cam takıları ile ünlü.
Belçika’dan bahsetmeden edemeyeceğim. Belçika biraları dünyaca ünlü ve hayatımda içtiğim en güzel biraydı kesinlikle. Belçika'da özellikle Brugge kasabasının tarihi dokusu hiç zarar görmemiş ve sokaklarında gezerken kendinizi ortaçağda gibi hissediyorsunuz. El yapımı çikolataları ile ünlü, ancak bu çikolatalar oldukça pahalı.
Gezi boyunca en sıkıcı olay sınırlarda bekletilmemizdi. Özellikle Hırvatistan sınırında bir buçuk saat bekletildik, bavullarımız arandı, otobüsün içindeki el bagajlarımıza kadar bakıldı. Avrupa plakalı otobüsleri anında sınırdan geçiriyorlar. Bizi Sırbistanda da sınırda çok beklettiler ve otobüste arama yaptılar. Ancak schengen ülkelerine doğru gittikçe bu sıkıcı durumdan kurtulmuş olduk. Avrupa ülkelerinin medeniyet düzeyi gerçekten yatsınamaz. Yaya geçitlerinde adımını attığınız anda bütün araçlar hemen durup size sabırla ve nezaketle yol veriyorlar.Yollarda bazı yerlerde kulübe gibi minik kütüphaneler var. İsteyen kitap alıp okuyup yerine iade ediyor.
Ancak, Karadağ-Budva’da yaşadığımız bir olaydan bahsetmek isterim. Budva’da öğlen yemeği yemek istedik ve bir restauranta oturduk. Gezi arkadaşlarım ile bir aradayız. Bazılarımız pizza bazımız da makarna siparişi verdik.Yemekler geldi yendi ve henüz kendi aramızda sohbet etmeye başlamıştık ki, garson yanımıza gelerek hesabı ödememiz gerektiğini ancak o zaman eğer istersek oturabileceğimizi söyledi. Biz biraz daha oturup hesabı zaten ödeyeceğimizi söyledik. Garson bu talebin işletme sahibinden geldiğini işletme sahibini bize işaret ederek söyledi. İşletme sahibi ile göz göze geldik. Adam gözlerini dikmiş ‘’kalkın gidin’’ der gibi bize bakıyordu. Biz hesabı ödeyelim oturalım talebinde bulunduk, hesap geldi biraz sonra fakat hesap bize menüde yazılandan rakamlardan daha fazla yazılmış olarak geldi. Hesaba itiraz ettik ve menüde yazan yemek fiyatlarından fazla olduğunu söyledik. Biraz sonra restoranın sahibi masamıza geldi ve kaba bir tavırla masadaki tuzluk, kül tablasını vs. topladı ve bize de eli ile de işaret ederek bizi masadan ve restoranından kovdu resmen. Masaya da 'rezerve' yazısını koydu. O zaman nerede bizim Türk misafirperverliğimiz diye düşündüm kendi kendime….
Her şeye rağmen gezimiz neşe içinde geçti. Ertesi gün Makedonya Ohrid’de tekneye bindik bizim ülkemizdeki Muğla-Akyakadaki azmak Çayına çok benziyordu.
Özellikle yurtdışına yapılan geziler ve seyahat etmek; hayatı ve kendini keşfetmek adına çıkılan bir içsel yolculuktur bence. Çünkü bu tür gezilerde alışkanlıklarınızın ve hayattaki önceliklerinizin ne olduğunu anlarsınız. Doğayı mı yoksa tarihi mi daha çok seviyosunuz, dolayısı ile kendinizi keşfediyorsunuz. Ya da alışkanlıklarınızda önceliğiniz nedir kendinizi keşfe çıkıyorsunuz aynı zamanda. Örneğin ben çay ve kahve alışkanlığımı ve tutkumu biliyordum ama çorbayı çok sevdiğimi bu uzun gezide farkettim. Her gittiğim yerde çorba aradım menüde ve baktım olacak gibi değil hazır çorbalar satın aldım ve bardakta keyifle içtim.
Yunanistan –Selanikte Atamızın doğduğu evi gördük müze haline getirmişler fakat saatini geçirdiğimiz için içini gezemedik. Hep ilkokul kitaplarında gördüğümüz gibi dimdik ayakyaydı çok duygulandık. Selanikten sonra artık dönüş yolundaydık. Hepimiz ülkemizi, evimizi ve sevdiklerimizi çok özlemiştik. 18 gün sonra ülkemize ve sevdiklerimize kavuştuk.
Yeni bir gezide buluşmak üzere…
Yorum Yazın