Kıbrıs adasında herkes sınır çiziyor, tapu konuşuyor, anlaşma peşinde koşuyor. Ama kimse şunu sormuyor: Bu adanın toprağı kimin? Gerçekten kimin?
Bu sorunun cevabı öyle harita üzerinde değil, hafızada gizli. Zira Kıbrıs bir coğrafya değil yalnızca; bastığımız yerden silinen bir hafızadır. Ve bu hafızada üstü bilinçli biçimde örtülmüş bir gerçek var: Kıbrıs’ın büyük kısmı vakıf malıdır. Yani halkın ortak mirası. Yani satılamaz, devredilemez, gasp edilemez mülkler… Ama ne tuhaf ki, en çok unutulanlar da bunlar oldu.
1571’de Osmanlı Kıbrıs’ı fethettiğinde ganimet değil, vakıf kurdu. Sultan II. Selim Vakfı, Lala Mustafa Paşa Vakfı, Hala Sultan Vakfı… Adanın dört bir yanındaki topraklar, eğitim, ibadet, hayır ve sosyal hizmetler için vakfedildi. Bunlar padişahın malı değildi; kamuya ait kutsal emanetlerdi. Öyle ki, bu malların statüsü şer’i hukukta ebedî sayılırdı. Nesilden nesile geçer, ama ne satılır, ne bağışlanır, ne de gasp edilirdi.
1878’de İngiltere adayı “geçici” olarak yönetmek üzere Osmanlı’dan devraldığında, vakıf mülkler hâlâ geçerliydi. Çünkü Osmanlı, adayı İngiliz’e satmadı. Kiraya da vermedi. Sadece yönetimini geçici olarak devretti. Ama sonra tarih sahnesinde oyun değişti. 1914’te Birinci Dünya Savaşı'nın karmaşasında İngiltere fırsat bu fırsat diyerek adayı ilhak ettiğini duyurdu. 1923 Lozan Antlaşması’yla da Ankara Hükümeti, başka hesaplar uğruna bu durumu tanımayı kabul etti.
Peki vakıf mallarına ne oldu? İşte işin can alıcı noktası burada başlıyor.
Lozan, siyasi bir uzlaşmaydı. Ama vakıf mülkiyeti sadece siyasi değil, aynı zamanda ahlaki, hukuki ve tarihî bir meseledir. Vakıf hukuku, yalnızca Osmanlı’ya özgü bir gelenek değil; İngiliz hukukunda da yer bulan bir normdur. Buna rağmen, Kıbrıs’taki vakıf topraklar Rum yönetimi tarafından gasp edildi. Evler yapıldı, arsalar satıldı, havalimanları kuruldu. Örneğin, bugün Larnaka Havalimanı’nın bulunduğu arazi, Hala Sultan Vakfı’na aittir. Ve bunu bilenler bilmemezlikten geldi.
2004 yılında EVKAF, yani Kıbrıs Vakıflar İdaresi, elindeki belgeleri Birleşmiş Milletler’e sundu. Osmanlı arşivlerinden, İngiliz tapu kayıtlarından gelen yüzlerce belgeyle Güney’deki toprakların vakıf statüsü açıkça ortaya kondu. Ama dünya sessiz kaldı. Çünkü o dönem “çözüm” daha değerliydi, hakikatten bile.
Türkiye bu gerçeği neden masaya koymadı? KKTC neden ısrarcı olmadı? Çünkü vakıf mülkiyeti konusu sadece hukuki değil, aynı zamanda siyasi bir mayın tarlasıydı. Eğer bu konu gündeme gelseydi, yalnızca Rumlar değil, İngilizler de zan altında kalacaktı. Adadaki İngiliz üslerinin kurulduğu arazilerin büyük kısmı da vakıf malıdır. Yani meseleye dokunduğun an, bir imparatorluğun günah defteri açılmak zorunda kalacaktı.
Ve işin kötüsü, biz de sustuk. Zamanla unuttuk. Unutturulduk. Tarihin emaneti olan bu topraklar, hukuken hâlâ bizimken, biz onları diplomatik suskunluklarla yabancılaştırdık. Oysa bu bir toprak meselesi değil yalnızca; bir medeniyetin unutulan tapusu meselesidir.
Kıbrıs’taki vakıf mülkleri sadece taş toprak değil. Onlar bir zihniyetin, bir dünya görüşünün maddi izleridir. Eğer biz bu izleri tanımazsak, sadece toprağı değil, o toprağın ruhunu da kaybederiz. Unutan toplumlar, önce hatıralarını… sonra kimliklerini… en sonunda da vatanlarını yitirir.
Kıbrıs’ta adil bir çözüm aranıyorsa, önce bu unutulmuş adaleti hatırlamak gerekir. Çünkü bazen hakkı savunmak, toprağı savunmaktan daha derin bir vatanseverliktir.




































Facebook Yorum
Yorum Yazın